“Küçük adamlar, en önemli varlığınız hayatınızdır. Ölüleriniz ya da ölümleriniz, haklarında söylevler verilmesinden başka hiçbir işe yaramaz. Artık sizi kandırmalarına izin vermeyiniz.”
-D.Trumbo-
Başkalarının hayatlarını gözlerini kırpmadan feda etmeye hazır insanlar var. Okullarda, ibadethanelerde, meydanlarda, basında yüksek sesle konuşurlar. Kanla kutsanmış topraktan, şerefli ölümden, soylu insanlıktan dem vururlar çoğunlukla. Dinleyenler, bunları üç beş savaşta en ön siperlerde çarpışmış sanır. Oysa, ölümün soğuk soluğu enselerinde dolaşmaya başladığında kaçacak yerleri veya ‘çürük raporları’ hazırdır. Birazcık araştırıldığında çevremizi kuşattıkları da görülecektir.
“Ekonomik ve politik amaçlarına ulaşabilmek için devletlerin ya da toplumsal sınıfların giriştikleri silahlı eylem” olarak tanımlanıyor savaş. Özleri itibariyle insan olmamakta ayak direyenlerin, yeni silahlarını masum ve mazlumlar üzerinde denemesi de diyebiliriz. Zamanın kıvrımlarına çarpan öldürülmüş çocukların, kadınların, yaşlıların, gençlerin cesetlerini gördükçe, hayvanımsıların kalabalıklığı ve sahip oldukları güç ürkütüyor.
Yıllardır bombalama uçaklarının, tankların, zırhlı gemilerin, zehirli gazların işlevlerine dair nutuklar dinledik, dinliyoruz. Korkunç bir filmin senaryosuna ezberletilerek alıştırılıyoruz. Bir filmde izlemiştim; savaştan sağ kurtulan gencecik bir er, ziyaretine gelen komutana; “gözlerimi verin bana sayın bayım” diye haykırıyordu. Güneşi, yıldızları, karlı dağları, sevgilisinin aşkla parıldıyan gözlerini, çiçeklerin rengini bir daha göremeyeceğinin acısıyla için için ağlıyordu.
Yapay bacağını takmaya uğraşan bir delikanlı ise şöyle söylüyordu; “özgürlük ve demokrasi adına harekete geçtiklerini söyleyenler, ölü babalar, sakat kardeşler, çıldırmış oğullar ve ırzına geçilmiş kadınlar cehenneminden başka bir şey yaratmadınız.”
Yüzyılların sayfalarını birer birer çevirdiğimizde insanın usta, kalfa, çırak dönemlerini yaşadığını görüyoruz. Bu bağlamda sınırsız uğultularla dokunuyor halkın kumaşı. Ömrünü sığlıkta yürüyenlerin attığı ilmekler kalıcı gibi görünüyorsa da, mutlaka çürüyorlar günün birinde. Kımıltılarla çoğalan ve tek ereği aşkı çoğaltmak olan hayatın biricik kuralı bu. Yalandan çiçek olmaz ya, olduğunu varsayalım bir an; suların içinde bakıp korusalar da, kokusuyla rengiyle ele verir kendini gerçek olmayan.
İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneğini yani bilincini toplumsal yaşantısı belirliyor. Yaşadığımız talan mevsimi de bu gerçeği kanıtlıyor. Çocukluk döneminde, oyun çağlarında ele geçiriyorlar düşüncesini insan yavrusunun. Egemen olan ya da egemen kılınmak istenen her ne ise dayatıyorlar. Aklın başkaldırısı ‘günah’, ‘yasak’ vb. kavramlarla önleniyor. Düşüncenin ve dilin kirlenip kekemeleştiğini hüzünle izliyoruz.