RUHLARIN DANSI !
“Önyargı, akıl yürütmeden kabul edilmiş bir inançtır. Onun için dünyanın her tarafında çocuklara, akıl yürütebilecek çağa gelmeden, istenilen bütün inançlar aşılanabilir.” Voltaire
Işığa yetişmek telaşıyla kuşlardan önce uyanırım her sabah. Bir çay demleyip ilişirim pencerenin kenarına; gagalarıyla öpüşen kumruları, yumruk kadar serçelerin şakımasındaki yaşama sevincini, dirimin türküsünü izler, dinlerim. Anlamını öğrenmeye uğraştığımız hayatın kesintiye uğramadan yazdığı şiirin duyulma anlarıdır ömrümün panosuna yansıyan. Kuş vurulmadığı, gül dalından koparılmadığı sürece cinslerine özgü özellikleri sergiliyor. Çözülme anı, yani ölüm tikel varlığın yeni canlılara doğru dönüşümüdür. Kokunun, sesin, hareketin öz-biçim değiştirmesidir. Hayvan ve bitkiler için gerekli olanın, doğanın bir başka türevi olan insan için de geçerli olduğunu söylememize gerek yok. Eflatun’un ‘bölünmez parçalanmaz, bozulmaz’ olarak tanımladığı ve elli bin yıldan fazla zamandır hatırı sayılır kalabalık tarafından benimsenen ‘ruh’ ya da diğer adıyla ‘tin’ kavramı, günümüzde dokunulur gerçeklikten ve eşyayla öpüşen akıldan yana olduklarını dile getiren bazılarınca da, ete kemiğe büründürülmeye uğraşılarak önümüze sürülüyor. Fizikötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli ya da yapısı olarak benimsedikleri madde dışı varlığı(!) yani ‘ruh’ denileni hayatımızın içine sokmaya çalışmaları bir yana, yaklaşık otuz beş yıldan beri edebiyatın üstüne devrilen kirli siyaset yüzünden, akıldan yana olduklarını savlayan kimi şair ve yazarların da ‘ruh’ kulvarında yazıp söylediklerine tanık oluyoruz.Madde dışı varlıktan(!) söz ediliyor. Hayat var olalı beri kimselerin görmediği, dokunmadığı, sesini soluğunu işitmediği, sadece düşüncede var olana giysiler biçip, bedenler yakıştırıp, sonsuzluğu bahşetmek, anlamsız tapınmaları da beraberinde getiriyor. Bu noktada, özgür düşünceye toz kondurmayanların geleneğin bütün kareleriyle nasıl bağdaşabildiklerini sormak gerekir. Siyasi erkin dayatması sonucu ortaya çıkan toplumsal yapı ve bunun yapıp etmesindeki çarpıklıkların safında yer almak, hayatın kımıltısına yani dirime-gerçekliğe hakarettir.
İnsan hayal ettiği sürece yaşar derler ya aslında yaşadığı için, aklıyla hayatı kavradığı oranda hayal edebilir. Yaşam ateşinin olmadığı beden, vazodaki güle benzer; kokusunu ve dokusunu yitirmiştir. Solar, kurur, dağılır. Kimilerinin, varlığından eminmiş gibi söz ettiği ruh, melek, şeytan, cin, cennet, cehennem vb. düşleri yaşamın içine sokanlar aklı dumura uğratıp güzelliği zehirliyorlar. Önyargılarla şartlandırılan bir aklın hezeyanlarını okuyalım bu bağlamda; “Cehennem ehli beş duyusuyla azap çeker. Gözü dehşet verici ve iğrenç görüntüler görür; kulağı korkunç ve acı veren sesler, uğultular, görüntüler, çığlıklar, inlemeler, haykırışlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici kokularla dolar; dili en iğrenç tatları, en dayanılmaz acıları hisseder; derisi ve tüm vücudu, tek bir hücresi kalmamak üzere yanar, kavrulur, kesilir, doğranır, parçalanır, şiddetli acılar içinde kıvranır. Bir türlü ölüp yok olmaz.” Ölüm, Kıyamet, Cehennem, C. Yalçın. Vural yayınları 1996 sf. 101 –
Ömrünü böylesi yayınları okuyarak geçiren ve bunlara inanan insanın hallerini bir düşünün… Aklı var inanmasın, diyebilirsiniz ama ‘şer’i işlerde akla güvenilmeyeceği’ işin başında yani çocukluk çağında öğretiliyor. Akli delillerle nakli deliller birbirine uymazsa aklı bir tarafa atarak, nakille günümüze kadar gelen emredilmiş olan hükümlere inanın, deniliyor. Oysa bilim, aklını yitirenin deli olduğunu söylüyor bize.
Şimdi, altmış sekiz yıl öncesinin bir dergisinde yer alan düşünceye bir bakalım ve bugüne nasıl gelindiğini anlayalım:
“Telkin ve propaganda, yani neşriyat, günümüzün en etkili silahıdır. Bu vasıtalardan gerektiği gibi istifade edemeyen fikirler bugünkü dünyada başarıya ulaşmaktan ümidi kesmelidirler. Günlük tirajları yüz binleri bulan büyük gazetelerden tutun da baskı adedi birkaç yüzü aşmayan bir yaprakçık taşra gazetelerine, en ilmi ve ciddi mecmualardan köylü, işçi ve çocuk gazetelerine, binlerce sayfalık abidevi kitaplardan birkaç formalık cep kitapları serilerine varıncaya kadar İslami bir ‘Neşriyat Seferberliği’ bir an evvel tahakkuk ettirilmelidir. İslam Aylık Mecmua sy: 4 sf: 1 Temmuz 1956-
Öyle ki yayın seferberliğini hedef edinerek yola koyulanların yetmiş yılda, hedeflediklerinin de ötesine geçerek iktidar oldukları görülüyor. Metafizik derken, dini ve teolojiyi dayatanların ön saflarda yer aldığını, bu direnmenin geriye dönük ve çağdışı bir tutum sergilediğini anlıyoruz. Hayatın bütün kımıltıları ileriye sıçramaları barındırıyor içinde. Geriye dönüş ya da geriye gidiş olarak algılanan zaman dilimleri, sonsuz ve sınırsız akışın içinde kendi kendini sağaltacak olan bir sayrılıktır ancak. Safralara yer olmadığını, yaşamın sinesinde kalıcı olamayacaklarını söylemiştik. Uygarlık tarihinin oluşum sürecinde yaşanan geriye dönüşlerin, bu uğurda verilen savaşların galibi akıl olarak çıkıyor karşımıza. İnsan, yaratıp tapındığı binlerce tanrısını başından savmayı kendisine rağmen yine kendisi becermiştir. Aklın öne çıktığı, yaşamın akılla kavranıp açıklandığının göstergesidir bu durum. Zamanı ve aşkı yakanlarsa nesilleri tükenene kadar bizimle beraber yaşayacaklardır, ne yazık ki.