Kurşuni aydınlığında Akdeniz akşamlarının
türkülenirdi dalgalar tuzlu rüzgârlarda,
turunç çiçeği kokardı hava bir de hanımeli
yaşanan şiiristandı ipek kozalar içinde
beyaz köpüklere bürünmüş sirenlerin koynunda
Bir çocuk sevdasıydı masallarda anlatılan
dal budak saldıkça anladım hayat ağacım,
dinmedi içimdeki özlem üveyik çığlıklı göklerine
acılardan uzak geçen çocukluk günlerimde yaşadığım
Ne zaman ırmak görsem turunç çiçeği kokar hava
yine bekler gibiyim dalgalarla gelecek deniz kızlarını,
buruk bir demdir bu anılar rıhtımına hüzünle yanaştığım
bağrıma basasım gelir mahzun bakışlı bütün çocukları
Yaşlı halamın namaz vakitleri, çocukluğumun en güzel oyun saatleriydi. Onun her secde edişinde sırtına çıkar, yaşlı vücudunu ya bir ata ya da tahtaravalliye benzetirdim. Sanki zehirlenecekmiş gibi Türkçe konuşmazdı o anlarda. Anlamını hiç bilmediği Arapça sözcüklerle beni uzaklaştırmaya çalışırdı. Her namaz süresinde bu oyun ikimizin arasında tekrarlanırdı. Birbirimize olan aşırı sevgimiz o zamanlar benim hiç anlamadığım, şimdiyse onun da anlamadığına inandığım Tanrı kavramını kaldırıyordu aramızdan. Bütün günahların yerini akılda ısınan ve yüreği kavrayan sevgi alıyordu. Onun genleriyle getirdiği sevgi damarının, dış dünyada oluşan ve insanı bütün yönleriyle eylemsiz kılmaya çalışan Tanrı’ya bilinçsizce de olsa kafa tutmasıydı bu durum. Binlerce yıldır birbiri üstüne yığılan zamanın sürekli canlı tuttuğu söylencelerdeki öteyaşam düşüne inanarak toprağa karıştı, Yılankale’nin eteğindeki bir köyün gömütlüğünde, üstü sardunyalarla örtülü bir tümseğin altında yatıyor şimdi halamdan ardakalanlar. Doğadaki dirime, çürüyen bedeniyle can veriyor. Şimdilik kimselerin anlamadığı sardunya dilini öğrenmekle meşgul belki de.
Çocukluğum, Ceyhan’da çarşı içine açılan dar bir sokakta geçti. O sokakta filizlendi duygularım. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların adını orada öğrendim. Kasnaklı uçurtmalar yapmayı, pedal çevirmeyi, kavgayı ve barışı, ırmağın delicoş sularında kulaç atarken ölümle dans etmeyi öğrendim orada. Yıllar birbiri üstüne devrilirken yaşadığım sürece unutamayacağım görüntüler birer film şeridi gibi yerleşiyordu hafızama. Doğal kımıltının o muhteşem türküsünü farkında olmadan ayrımsar olmuştum. İnsanın insanla, insanın doğayla, insanın hayvanla olan dostluğu çekiyordu beni. Her sabah yeniden kurulan bir sokağın içinden öteleri merak ediyordum. Kanatları bulutlardan daha parlak kuşlara dönüyordum yüzümü; ürkütürüm korkusuyla bir yontu sessizliğine bürünüp öyle izliyordum aşk oyunlarını. İncir, nar ve pembe beyaz zakkumların, yedi veren güllerin yer aldığı genişce bir bahçe içindeydi evimiz. Yattığım odanın penceresi önündeki gül ağacını mesken tutan yaban bir bülbüle bağlanmıştım bir zaman. Koyu karanlık yerini alaca güne terkederken gelirdi o. Uzun kuyruğu, sarı başı, kara kanatlarıyla içimde çiçekler açtıran türküler söylerdi. Kuş dedim ya, onca yaşamışlığımın arasından şu görüntü de öne çıkıyor; Bombili Halil olarak anılan bir adam, omuzunda kara bir kargayla dolaşırdı caddelerde. O kapkara kuş arada bir uçar gökyüzünün derinliklerinde kaybolurdu. Şaşkın bakışlarımla izini sürmeye çalışırdım. Bir süre sonra adamın keskin ıslığı çınlatırdı kulaklarımızı ve karga bulutların arasından süzülerek çıkar, döne dolaşa gelir konardı havalandığı omuza. İşi gücü gökyüzüyle oynaşmak olan bir kuşun böylesine eğitilebilirliğine şaşmamak olası mı?
Altmışlı yılların sonuna doğru, Eken Sineması’nın karşısındaki lisenin orta kısmına kaydoldum. O yıla dair hafızamdaki görüntüleri bir kenara itip öne çıkan ve her çıkışında beni huzursuz eden şu tabloyu da paylaşmak istedim sizlerle: Adı Montgomery olan bir Amerikalı, İngilizce derslerimize girerdi. Bir hayli uzun boyu, cam gibi parlayan mavi gözleri ve mısır püskülüne benzeyen sarı saçlarıyla biz esmer tenlilerin arasında bir ayrık otuydu sanki. O bir tek Türkçe sözcük bilmez, bizse onun ne dediğini hiç anlamazdık. Kara tahtaya yazdıklarını defterimize geçirir, her kelimeyi papağan gibi tekrarlardık. Sıkça şiddete başvururdu Montgomery; çocuk mezarlarını andıran ayakkabılarıyla sıradan taşan dizlerimize tekmeler atardı. Her ders elinde bulundurduğu, eski bir eve ait olan uzun boylu anahtarıyla kafalarımıza vururdu. Sonraları, Barış Gönüllüsü adı altında ülkemin dört bir yanında çalıştıklarını öğrendim böylelerinin.
Akranım olanların bildiği gibi bir de süt tozuyla beslenme olayımız vardı o yıllarda. Amerikan Yardımı’ından çuvallarla gelen sütün tozu, yetişmenin eşiğindeki insan yavrulara zorla içirilirdi. İçirenlerin bizden olması işin en ilginç yanı değil mi? Bir ülke geleceğinin karartılması ne kadar kolay değil mi? Savaşların, katliamların, sürgünlerin ve soygunların yoğun olarak yaşandığı bir yüz yıldayız şimdi. Büyük İnsanlık masalının içine doğacak çocukları düşünüyorum; tüm canlılığıyla yaşamı bir kenara itip yaşam ötesini savunan bir eğitim ve öğretim sisteminin, aklın anahtarı olan kitaplardan tecrit edilmenin, yoksulluğun miras olarak devralınıp ekonomik açmazlarda ömür çürütmenin, ucuz politikaların, kirli dayatmaların şaşkına çevirdiği ana babalarını görseler ve ellerinde olsa böyle bir dünyaya doğmak istemezlerdi. Ölüm çelenklerini süsleyecek kadar çiçek yetiştiriyor artık bahçıvanlar. Yaşamı yorumlayanların sesine kulak tıkıyor birileri. Kendi ürettikleri hayaletlerle yaşamayı öneriyorlar. Doğanın soluğu görmezden geliniyor. Kendiliğinden evrilmenin türküsü yok sayılıyor. Geçmiş yaşam biçimlerini birebir kuşanmak isteyenlerin zamana yamanma telaşlarında hırçınlıklar göze çarpıyor. Çünkü doğal akış, safralarından er geç arınır,bu gerçeği onlar da seziyorlar.
Yetmişli yılların ortalarına doğru yatılı öğrencilik yıllarım başladı. Yeni yüzler tanıdım, yeni düşüncelerle buluştum. Çocukluğumun geçtiği sokağı hiç unutmadım ama. Ömrümün basamaklarını çıkarken elimden geldiğince sevgiyi egemen kılmaya özen gösterdim. Aklı ve duyguları sevgi ile korku arasında gidip gelen o ihtiyar kadından bana miras kalan aşk damarının izini sürdüm. Korku, karanlığın simgesiydi ve insana özgü değildi. Halamın her eline alışında öperek alnına götürdüğü ve evin en el uzanılmayacak köşesinde muhafaza ettiği kutsal kitabın sayfaları arasında gezintilere çıktım yıllar boyu; yığınla siyaset ve strateji öğrendim. Köleliği, cariyeliği, halayıklığı aklım almadı. Devenin, altının, gümüşün ganimet olabileceğini biliyordum ama işin içine insan girince bunu da aklım almadı. Yaşamları süresince korkuyu baş tacı edenlere vaadedilen göğüsleri henüz tomurcuklanmış kız çocuklarını düşündüm bir an; erkekliğimden utandım. On, on iki yaşlarındaki bir oyun çocuğuyla hayatın (diyelim ki cennetin) hangi yüzünü konuşabilirdim ki ben?
Şimdi, yaşadığım zamanlardan izler taşıyor düşüncelerim. İçine doğduğum miras böyle olmasını gerekli kılıyor. Eskimişi, an’da yeri olmayanı olduğu yerde bırakıyorum. İşime yarayacağına inandığım her söz, her eylem kendiliğinden yeni biçimlere bürünerek bugünümü anlamlı kılıyor. İçinde eksikler olsa da tüm zamanların bir sentezi kendiliğinden oluşuyor. Ayak izlerinden tanımaya çalışıyorum oturduğum sokağın benden önceki sakinlerini. Neleri sevdikleri, nelerden nefret ettikleri, bahçelerinde hangi çiçekleri yetiştirdikleri, yaşadıkları zamana ve mekânlara dair ipuçları veriyor bana. Derinlerde yavaşça, sessizce gelişimini sürdüren uygarlık tarihinin her sayfasında, ekmeden biçenlerin saltanatı çıkıyor karşıma. Güzeli betimleyen söz kirleniyor. Uygarlığın babaları olarak nitelenenler tarafından yaşam kirletiliyor. Bunlara rağmen ağır ağır çıkıyoruz ışık merdivenlerinden.
Çocukluğum, Ceyhan Irmağı’nın kıyılarında uzun beyaz bir geminin içinde hâlâ. İki üç yılda bir bu gemiyi görmek için Kazdağı’nın eteklerinden savruluyorum Ceyhan’a.