Bir denize çanak olamadıysan
atsa da olur kalbin atmasa da
Gün dağların ardına devrilir
an da saklı olan herkese aşina
Anılar olduğu yerde kalsın
yeni güller koy düş odalarına
En olmadık yerinden öp hayatını
gökyüzünden geniş bakışlarınla
Kuytularında kendini bulduğun
türkülü dağları taşı koynunda
Sulara bırak yorgun ömrünü
dizeler düşsün çakıl taşlarına
Aşk kesikleriyle sızlasın sözün
insanı tanımlasın dünya durdukça
Korkularla hiç bekleme önünde
kimselerin çalmadığı kapıların
Çölse eğer vurur yangını yüzüne
birbirine dolaşır elin ayağın
Damarları zorlayan kan gibidir
aşk sipariş edilmez anlasana
Mevsimleri hızla geçiyor zaman
sular kararmada akşam olmada
Bir denize çanak olamadıysan
atsa da olur kalbin atmasa da
(Yağmurkuşunun Türküsü isimli kitabımdan: Yanlış Gazel)
“Sürebildiğin kadar toprak / Sarabildiğin kadar kadın /
Bu dünya / Güvenebildiğin kadar dost /
Düşünebildiğin kadar güzel
Yaşabildiğin kadar
Dünya”
-M.Başaran –
Tüm ilkelerimi yaktım.İnsanın duasına oturdum.Baruta bulaştı ellerim.Kana bulaştı.Mağarasında hû çekiyordu derviş.Tanrı’sını arıyordu izbelerde.Bana doğru uzattı tesbihini; yangına ve hüzne bulaştım.Uzaklaştım, kaçtım boz bulanık izbelerden. Gökyüzüne çevirdim yüzümü; sınırsız mavilikte kuşlar uçuyordu. Beyaz bulutlarla oynaşıyordu kanatları.Yaşama sevinci fışkırıyordu tüm kımıltılardan. Oturdum bir suyun kıyısına ve düşündüm; kaç bin kez yakmıştık ihtiyar yeryüzü yuvarlağını ve o kaç bin kez yeniledi kendini insan için. Büyük utançları yaratanlar her nasılsa büyüğü(!) olmuştu tarihin. Suçunu bir sevinç gibi gizleyip aramızda dolaşan yangıncıları anımsadım.
Cehennemleri yaratanlarla omuz omuza yaşıyoruz ama yargılıyamıyoruz. ’İçinde düşüncenin kekelediği veya bilgisizliğin avaz avaz bağırdığı sayısız kitapların korkunç yığınları’ ile boğuşmaya, bunları hatmetmeye zorlanıyoruz. Aslında kendi kendimizle boğuşuyor, kendi kendimizi boğazlıyoruz. İnsanın yeryüzü cennetini yakanları hâlâ aramızda barındırıyoruz. Yine de seviyoruz sınırsızlığın içinde kendini sınırlayan insanı. Ayrımında olmadan kendine cehennemler yaratanı. Adına şiirler, türküler, ağıtlar yakıyoruz.
Sevgiyle çoğalan yürekleri yok ediyorlar birer birer. Gökyüzünün gizini açıklayanları sürgüne gönderiyorlar.Yangıncıları imleyenleri öldürüyorlar. Oysa, tüm sınırsızlığıyla insanı kucaklıyor evren. Aynı gözlerle bakıp, aynı sesleri dinliyoruz. Herkes bir şeyleri kendine göre seyrediyor, kendine göre algılıyor. Ergin olmamakta ayak direyenler, herkes kendileri gibi olsun istiyor. Bu yüzden kan gölüne dönüşüyor dünya. Ama gökyüzü ve yeryüzü hepimizin.
Doğayı, sınırsızlığı, insanı anlatanlara dönelim biz yüzümüzü. Edebiyatımızın ulu çınarlarından biri olan Mehmet Başaran, bütün yazdıklarında aydınlığın yolunu imliyor bize. Kurumlar, yasalar, öldürümler arasına sıkışmış olan insana ateşin içindeki suyu gösteriyor:
“Aşağıdan ovaya bakıldı mı dalga dalga Ege Denizi’ne yürüyen, mor böğürleri gizlerle dolu yücelik…Çam balının, ak peynirin, koyu sütün, aydınlık suların, koca yemişlerin, dağ çileklerinin, şifalı otların, ada çayının geldiği yerler…Türkmenlerin, eski zaman halkına benzeyen köylülerin, oduncuların ülkesi…”
Eski zaman tanrılarıyla el eledir. Onların Kurultayı’na katılır Kazdağı’nda. Troya Kralı Prıamos’la eşi Hekuba’nın oğlu olan çoban Paris’in en güzel tanrıçayı seçmesine tanık olur. Dağların perisi, dağ çiçekleri gibi güzel Oinone ile Paris’in kuytularda sevişmelerini izler. İda’nın pınarlarından, söylencelerinden, Türkmen güzellerinin edasından damıtır şiirini Başaran. Binlerce yıldır söylenegelenlerin, gerçeğin ve masalın izi vardır dizelerinde.
“Evrenin yaratıldığı ilk günlere mi çıkmıştık? Bu ne ıssızlık, bu ne sonsuzluktu böyle…Göz deymedik ufuklar, kütür kütür mavilikler içimize sürünüyordu. Yeni doğmuş petekler gibi sıcacıktı, dumanı üstündeydi dağın…Karanlık, serin kar kuyuları, baş döndürcü yarıntılar…Yerden tütüyor sanılan ‘dağçayı’ kokulu aydınlık…”
İda’nın zirvesinde bulunan ve Türkmenlerin kâbesi olan Sarıkız Tepesi’ne çıkarken gözüne ilişenleri rengârenk nakışlıyor Başaran. Olimpos’tan ayrılarak sevgilisi çoban Ankhises ile buluşmak üzere İda’ya gelen Afrodit’i görür gibi oluyoruz.
“Sokulmuş sokulmuş içerlere Ege. Bir yanda Madra dağları, öbür yanda birden dikleşen mor yamaçlı Kazdağı, kıvrım kıvrım kıyılarıyla bir dağ gölüne dönmüş orada. Yakamozlu dalgalarıyla pırıl pırıl bir sudur Akçay. Otur kıyıya ayaklarını suya daldır, ağaran çakıllarla oynaşmaya başlasın bir yanın. Getirsin getirsin ak köpükler yaysın, tuzlu serpintiler bıraksın yanına yörene Lesbos’tan gelen çırpıntılar. Güzellik tanrıçasının niçin köpükten yaratıldığını düşün. Orpheus’tan ezgiler duy hışırtılarla. İskelede çalışanlar büyüsün büyüsün Prometheus’a, Vulkanus’a dönsün akşam alacasında; Olimpos ışığını tüm insanlara ulaştıracak daha güzel bir dünya kurmaya koyulsunlar…”
Zeytin Ülkesi’nde tanrıların sesine karışıyor sesi. Yangınlar içinde bir su olup gürül gürül akıyor. Şimdi,yağmalanan topraklardan yükselen dumanları hüzünle seyrediyor:
“Kazdağı’ndan geçtim / yıllardan sonra? Birden seni gördüm / yağmalanmış Troya / dilim en eski şarapla buruk / gençliğimi düşündüm / titredim göz göze gelince / zeytin topluyordu yamaçta / güzel Helena / hem bir çeşmeydim / hem uyanan çeşme başında”
Kocabaş ve Gönen Çayları’na türküleri karışmıştı. Tüm güzellerin anneleri Afrodit’i, Helena’yı, Artemis’i tanıyordu. Dokuzuncu Bölge Gezici Başöğretmeni olduğu yıllarda, İda’nın Tanrılar Kurultayı’nda dönen dolapların yakın tanığıydı.
“Uğuldayan bir ormandı / geçip giden zaman / sazımda senin türkün / ardımda düşman / aşkın bildirisini dağıtıyordum / bir başka kuşatmada / direnen halka / hem bir yaşındaydım / hem bin yaşında”
Sözün pınarı hiçbir zaman kurumaz. Bir kum tanesinin, bir çakıltaşının, daldan düşen bir yaprağın binlerce yıllık macerasını bir solukta okuyoruz. Gemi azıya almış açgözlülüğün, vurgunculuğun, bana neciliğin kucağında can çekişen güzellikleri hüzünle izliyoruz “Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi’nde.
Antik çağların binlerce tanrısı, tanrıçası aklın gelişimine koşut çekildiler yeryüzünden. O zamanlar inanılan, tapınılan, adaklar sunulan ilah ve ilaheler, masallara konu oluyor bugün. Bilge ağızlardan dinlediğimiz bu masallar sayesinde dünü bugüne bağlayıp, geleceği yorumlayabiliyoruz.
Başaran’ın yazdıklarını okuduğumda, aynı masada bulunup kendisini yakından dinlediğimde zamana akran olduğum düşüncesine kapılmışımdır sürekli olarak. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.