AĞLAYA AĞLAYA…

Yayınlanma Tarihi :
AĞLAYA AĞLAYA…

Ezel..

Elzem..

Umut..

İdil…

Elif…

91 saat sonra gelen mucize Ayda bebek…

Mucizelere inanmak gerek.

Ama hep ağlaya ağlaya, acılarla mı tutunacağız mucizelere?

Oysa akıl ve bilimin yol göstericiliğinden ayrılmasak ve uygulasak…

Tabiri caizse “her işimize bir yamukluk” sokmasak…

Akmasa gözyaşlarımız böylesine ve aramasak bu kadar çok mucize.

Lakin…

Dere yatağına bina yapıyorsunuz…

Domates tarlasına site dikiyorsunuz…

Kolon kesiyorsunuz…

Çürük raporu verilen binada oturmaya devam ediyorsunuz…
İki yılda bir imar affı çıkarıyorsunuz…

Bir de bunu imar “barışı” gibi cilalı bir kelime ile kılıflıyorsunuz…

Sonra bir deprem oluyor…

Çürük olan yıkılıyor.

Kader, bir çok insanı acıya boğuyor.

Sizin uzakta boğazınız düğümleniyor.

Mucize kurtuluşlarla gözlerinizin freni boşalıyor, dilinizi ısırsanız da ağlıyorsunuz…

Oysa… Kader olmamalı deprem.

Hele Türkiye gibi bir ülke için.

Vatandaşından hükümetine, müteahhitten denetimcisine, yerel yönetiminden merkezi idareye kadar…

Herkes suçlu değil mi?

Ama en çok kim?..

Ve neden vazgeçilmiyor bu “bile bile lades zincirinden”?

Şu an, deprem fayında bulunan 18 ilin tümünde tüm yerel idareler bütün işlerini güçlerini bırakıp tek tek, evet imkansız gibi gelebilir ama tek tek bina kontrolü yapmalılar…

Özellikle 1999 öncesi inşa edilenlerde ama sadece onunla da sınırlı değil…

Acil eylem planı mı olmalı, OHAL mi ilan edilmeli…

Ama ne olursa olsun artık akıl ve bilimin sözü dinlenmeli.

Çok geç kaldık çok.

Ve asıl kötüsü…

Büyük şehirlerde bu kalabalığın ortasında İzmir’in daha şiddetlisini ve yıkıcısını düşünün… Kurtarma ekibinin, araçlarının giremeyeceği nice cadde, sokak, mahalle var…

İstanbul’da toplanma yeri kalmadı…

İzmir’de de kalmamış…

….

Tarlaya, dere yatağına, ovaya indik mi bazen deprem, bazen sel vuruyor da hepsi bile bile vuruyor…

Sanki vurmasını istiyoruz, o kadar umarsızız.

Aksi halde 1999 sonrası İstanbul yine aynı İstanbul mu olurdu?..

İstanbul’u koruyup sağlamlaştıracağımıza Kanal İstanbul gibi doğayı bozan başka bir girişime yol verir miydik?

Yatay mimariden bahsederken, her iki yakasında da bulutları delen yüzlerce gökdelene imar izni çıkabilir miydi?

Evet doğusundan batısına Türkiye merkezli her depremin ardından ilk cümle: Olası İstanbul depremini tetikler mi?

Oysa İstanbul depremini tetikleyebilecek şey, fay hareketliliğinden önce çarpık yapılaşma, sağlanamamış kentsel dönüşüm, denetlememiş inşaat gibi sebepler değil mi?

Ve zaten deprem olmasa bile yıllar yılı üflesen yıkılacak çürüklükte binaların kendiliğinden çöktüğünü izlemiyor muyuz?

Doğayla oynadığımız sürece doğa bize kendisiyle oynamamızı hatırlatıyor. Tek farkı bu hatırlatmanın acı olması, bizi mucizelere mahkum etmesi.

Kıyı bölgelerine bakar mısınız…

Eski insanlar köylerini, kasabalarını hep dağlara kurmuşlar…

Ve 20.yüzyıl insanı…

Tüm sahil boyları bina…

İç şehirlerde tepelik taşlık sağlam zeminler boş ya da varoş; sulak ekili alanlar, inşaat rantında en lüks yerleşimler…

Akıl yokmuş eski insanlarda!

Bir dünyanın akıllısı, bugünün insanı!

Bu kadar ağladığımız yetmedi mi?

Mucizeye ihtiyacımızın kalmadığı bir disiplin, bir ciddiyet, bir hayat çok mu zor?

Ayda bebek ağlamasın.

Kimse ağlamasın.

Ayda mucizeyle kurtuldu ama annesiz bundan sonra…

Bu kadar “bile bile” ladesle herkes yarım, tüm hayatlar öyle ya da böyle eksik…

YORUM YAP